“Bitlis İl Milli Eğitim Müdürlüğünün öğretmenler arasında düzenlediği öğretmenler gününün ruhuna, özüne gayet uygun düşen “Öğretmen Olmak”  konulu “ANI” yazma yarışmasında ikinci olan “DELİ ÜMİT” başlıklı yazımın sevincini siz değerli okurlarla paylaşmak istedim…”

 İlk görev yerimdi, Ağrı Endüstri Meslek Lisesi… Yani o çok sevdiğim öğretmenlik mesleğine, 2001’de Ağrı Endüstri Meslek Lisesinde başlamıştım. Bu ilk görev yerimde, Ümit adında bir öğrencim vardı. Ümit derse hep geç gelirdi. Ümit sınıfa girince de sınıf kapısından hep gönülsüzce girerdi. Kapıdan sınıfa öyle gönülsüzce girerdi ki, sanki yanlış bir yere gelir gibi dururdu. Zira sınıf kapısını açıp her girdiği anda, tam kapının ortasında dururdu. Ümit her defasında sınıf kapısının ortasında başını önüne eğer dururdu öylece. Yani Ümit sınıf kapısından girdiği gibi gözü, öyle oturacağı masada olmazdı. Ümit kendisine kızılacağını, azarlanacağını, geri gönderileceğini ve hatta dövüleceğini düşündüğünden olsa gerek, hep zavallıca ve içler acısı bir masumiyetle bakardı.  Ümit bir yandan da, “Ben ne yapayım, ayaklarım beni okula geç getiriyor,” der gibi, melül melül bakardı.                   

 

Ümit ile okul arasında bir bağın olmadığı, Ümit’in duruşuna, davranışlarına ve bakışlarına o kadar çok yansırdı ki, üzülmemek elde olmazdı. Dolayısıyla derse geç gelmenin verdiği suçluluk ve mahcubiyet duygusunun bütün tonları, her defasında Ümit’in yüzüne ve göz bebeklerinin ortasında adeta resimlenirdi.

İşte Ümit’in bu halleri günden güne beni çok derinden düşündürüp hüzünlendirirdi. Ümit adına sevindiğim tek şey, Ümit’in her gün geç de olsa okula gelmesiydi.

Sonra kendi kendime, “Bu çocuğa, ne yapıp edip okulu sevdirmeliyim” dedim. Lakin Ümit’e yardımcı olmak ve okulu sevdirmek için onu çok iyi tanımam gerekiyordu. Bu bağlamda rehberlik dersi, Ümit’i tanımam için çok mantıklı gelmişti. Ve ilk rehberlik dersinde, herkese kendi hayatlarını ve yaşadıkları olumsuz durumları yazmalarını söyledim. Elbette bütün dikkatim Ümit’in üzerineydi. Herkes hayatını yazarken Ümit, öylece boş boş kâğıda bakıyordu. Ümit, “Neden hayatını yazmıyorsun?” diye sorduğumda Ümit, kısık bir ses tonu ile boynu bükük bir vaziyette, “Bilmiyorum” dedi. Zaten Ümit’in kullandığı birkaç kelime vardı. Ümit, bilmiyorum, evet-hayır dışında başka kelime kullanmazdı. Ümit, “Bari ben falan tarihte Ağrı’da dünyaya geldim” şeklinde yaz diye yardımcı olmaya çalıştıysa da nafile...

Gel gör ki, bu ısrarımdan sonra daha da hayrete düşmüştüm. Çünkü Ümit önündeki kâğıdın ortasına sadece ve sadece üç tane çizgi çizip ve tıpkı bir suçlu gibi boynunu daha da önüne eğmişti. Ümit’in bu trajik hali, o anda tarifsiz ve içler acısı bir duruma dönüşmüştü.

Tam bu sırada sınıfın içinden bir ses: Hocam! “O, delidir, deli… Boş verin onu” deyiverdi öğrencilerden biri.

 İçimden, “Eyvah eyvah!” dedim.

 İşte o gün öğrendim ki, bütün sınıf, hatta bütün okul Ümit’e, deli Ümit diyormuş. Hele özellikle bütün teneffüslerde herkes Ümit’e deli deli… deyip, Ümit ile dalga geçip eğleniyormuş. Bütün sınıf hatta bütün okul, ona deli deyip eğlendikçe, o daha da içine kapanıp kahroluyordu. Ayrıca ne teneffüslerde, ne de diğer zamanlarda Ümit’in zaman geçirip sohbet ettiği hiç bir arkadaşının da olmadığını öğrendim.

Bunun üzerine Ümit’in sınıfta olmadığı bir anda sınıftaki öğrenci arkadaşlarına Ümit’i kazanmamız gerektiğini ısrarla ve önemle vurguladım. Ve sınıf başkanını özellikle teneffüslerde Ümit’e sahip çıkması için görevlendirdim. Sınıf başkanına bütün teneffüslerde Ümit ile olması ve kimsenin Ümit’e deli demesine zinhar izin vermemesi gerektiğini ısrarla telkinlerde bulundum.

Öte yandan Ümit’in ailesi ile iş birliği içerisinde olabilirsem, ona daha iyi ve daha etkili katkıda bulunacağıma inanıyordum. Ancak Ümit evlerine gitmeme hiçbir şekilde onay vermiyordu. Bari baban okula gelsin diye defalarca söylediysem de, nedense okula babası da gelmedi. Ama ne olursa olsun, Ümit’in babası ile görüşmeliydim. Ve hemen sorup soruşturduğumda, Ümit’in babasının seyyar satıcı olduğunu öğrenebilmiştim.

Ümit’in babasını, sora sora üç tekerlekli arabasının yanı başında bulduğumda hüzünle iç içe bir sevinç yaşamıştım. Zira Ümit’in babasının verdiği ekmek kavgası, başlı başına içler acısı bir dramdı. Anlaşılan bu sebepten yani ekmek kavgasından ötürü, Ümit’in babası Ümit’e hiç zaman ayıramamıştı.

Ümit’in babası ile tanışıp, ilk günde Ümit ile ilgili uzun uzun konuşup sohbet etme şansım olmuştu. Ümit’in babası ile yaptığımız bu ilk uzun konuşmada, Ümit ile ilgili en çok aklımda kalan ve beni sarsan ise, Ümit’in tek başına televizyon izlemekten başka bir şey yapmadığı ve mahallede de hiçbir arkadaşının olmadığıydı.

Ancak artık Ümit’in babası ile sık sık görüşüp Ümit ile ilgili karşılıklı bilgi alışverişinde bulunduğuma çok seviniyordum. Zira Ümit’in babası ile üç tekerlekli arabasının yanı başında her görüştüğümde, Ümit’i kazanma ümitlerim, günden güne daha da filizleniyordu.

Bunların yanı sıra, Ümit’e kendisini değerli hissetmesi için sınıfta görevler veriyordum. Ümit, “Pencereyi açar mısın;” Ümit, “Kapıyı kapatır mısın” şeklinde görevler veriyordum. Hatta çoğu zaman sınıf yoklamasını, Ümit’e yaptırırdım.

Hatta Ümit ile okul çıkışlarında okuldan birlikte çıkardık. Oturup karşılıklı beraber çay içer, sohbet ederdik. Ve Zaman zaman sohbetimize benim evde, zaman zaman da babasının üç tekerlekli arabasının yanı başında sıcak çaylarımızı yudumlayarak devam ederdik.

 Ümit ile yakından ilgilendikçe Ümit, günden güne mutlu oluyor, yüzü gülüyordu. Ümit artık dışlanmadığı için, teneffüslere büyük bir sevinçle çıkardı. Zira gülüp oynadığı ve uzun uzun sohbet ettiği arkadaşlar edinmişti. Hele okula artık zamanında ve büyük bir heyecanla gelir giderdi. Ve derslere etkin bir şekilde katılıp zevkle yazıp çizmeye başlamıştı. Hatta yaptığım son yazılı sınavda daha önce sadece ve sadece üç tane çizgi çizen Ümit, 85 puan almıştı. Yani Ümit artık sınıfın en gözde ve en başarılı öğrencilerden biri olmuştu.

Evet, nasıl ki ayçiçeği güneşsiz havada ya da güneş batınca boynunu önüne büküp büzülüyorsa, Ümit de tıpkı ayçiçeği gibi güneşsiz bırakılmıştı. Yani ilgisiz ve sevgisiz bırakılarak ihmal edilmişti. Kulak ardı edilip vazgeçilmişti. Hep azarlanmış ve dışlanmıştı. Şefkat görmemişti. Değer verilmemiş ve adam yerine konulmamıştı. Hiç takdir edilmemiş ve ödüllendirilmemişti. Başarı duygusu hiç okşanmamış ve başarılı olmanın hazzını hiç tatmamıştı… Durum böyle olunca da Ümit yaşadığı çevre tarafından maalesef deli damgası yemişti. Oysa o, deli değil, çok akıllı bir öğrenciydi. Hem de çok çok akıllıydı... Sadece ve sadece onun ruhu ilgiden, kalbi sevgiden mahrum bırakılmıştı.

İşte dolayısıyla ne olursa olsun, istenildiği takdirde sevgi ve ilgi ile davranıldığında, her öğrencinin topluma kazandırılmasının mümkün olduğunu, daha da ümitlenerek, ilkini ilk görev yerim olan Ağrı Endüstri Meslek Lisesinde, Ümit ile birebir yaşamıştım.