24 Kasım Öğretmenler Günü kapsamında Bitlis İl Milli Eğitim Müdürlüğünce öğretmenler arasında düzenlenen “Öğretmen Olmak” konulu “ANI” yazma yarışında birinci olan “Sıfırdan Doksana” başlıklı yazımın sevincini siz değerli okurlarla paylaşmak istedim…
***
Bir eğitim- öğretim yılının ilk dersiydi. Okulda yeniydim. Ders, “Meslek Resim…” Yani “Teknik Resim” dersinin bir üst sınıf dersi. Hem öğrenciler de lise ikinci sınıf öğrencileri… Dolayısıyla öğrencilerin Meslek Resim dersi için Teknik Resim dersinde bir önceki yılda bir takım temel bilgileri almış ve öğrenmiş olmalıydılar. Ama maalesef tek kelime ile nafile…
Nitekim kendimi tanıtıp “Meslek Resim dersini birlikte işleyeceğiz” dediğimde, aldığım cevap çok ilginç ve bir o kadar da düşündürücüydü. Öğrencinin biri: “Hocam, biz hiçbir şey bilmiyoruz…” Bir başka öğrenci: “Hocam, inanmıyorsanız geçen sene dersimize giren ders öğretmenine sorun” diye çıkıştı. Kısacası herkesten tek bir ses ve adeta koro halinde “Biz hiçbir şey bilmiyoruz” diyorlardı.
Evet evet, herkes sanki sözbirliği yapmışçasına “Hocam, boşuna bizimle uğraşmayın” deyip deyip duruyorlardı.
Dolayısıyla maalesef “Bizden vazgeç ve bizimle uğraşmaya değmez” demeye getiriyorlardı.
Tabii ki derse girmezden önce bu öğrencilerle ilgili bir takım bilgiler edinmiştim. Derslerine bir önceki yıl giren öğretmenler: “Hocam, işiniz çok zor. O öğrencilerden adam olmaz” şeklinde birçok olumsuzluklar anlatıldı.
Öğrencilerle ilgili maalesef edindiğim bu olumsuz ön bilgilerle sınıfa girdiğim için her şeye hazırlıklıydım. Nitekim “Haydi arkadaşlar, çizgi çalışması yapacağız” dediğimde, “Hocam, bizde ne defter, ne kâğıt, ne de çizim araç ve gereçleri var” dediler.
Hatta biz de kalem bile yok dediler.
Bunun üzerine arkadaşlar, sizin için kâğıt ve kalem de getirdim” dediğimde adeta şaşkınlıkla bakakaldılar. Dedim ya her şeye hazırlıklıydım diye… Bu tarifsiz şaşkınlık hali ile “hocam biz hiçbir şey bilmiyoruz ki,” şeklinde adeta bir şarkının nakaratı gibi tekrar sesler yükseldi sınıftan.
Öğrenciler, ders işlememem için o kadar kararlı ve o kadar direndiler ki… Adeta “bin dereden su getirdiler.”
Esasında öğrencilerin bu tepkileri, gözden ne denli çıkarıldıklarını ve kendilerinden vazgeçilişin resmiydi. Ancak beni üzen ve sorun olan dersi işletmeme düşünceleri değildi. Beni üzen, derinden sarsan ve hatta esas sorun, hiçbir şeyi çizemeyeceklerine ve daha da trajik olan, gerçekten “işe yaramadıklarına” kendilerini inandırmalarıydı.
Bütün bu olumsuz durumlardan sonra bu öğrencilerle öncelikle frekans kurmam gerektiğini düşündüm. Zira öğrencilere işte ancak böyle, “başarılı” olmanın hazzını tattırıp öz potansiyellerine ulaştırabilirdim.
Her şeyden önce kafamda onlara yönelik psikolojik duvarlar örmemem gerektiğinin farkındaydım. İşte bu duvarın tuğlaları olan ahmak, aptal, geri zekâlı gibi sözcüklerle onları etiketlendirirsem, yörüngelerine girmemin mümkün olmadığını çok iyi biliyordum. Hem böylesi bir duvar, onların yüreğine dokunmanın ve başarı duygularını okşamamın önündeki en yüksek psikolojik bariyer olurdu. Dolayısıyla tam da bu psikolojik duvarları yıkmak için özgüven aşılayıp motive etmeliydim.
Ayrıca “geri zekâlı” deyip “başarılı” olmalarını beklemek büyük bir paradoks olurdu.
Dolayısıyla bütün bu olumsuzlukları, bilinçaltlarındaki blokajları, zihin dünyalarındaki kalıp ve şablon düşünceleri gidermeye yönelik bir takım telkinleri yaptıktan sonra derse nihayet geçebilmiştik.
Hepsi için getirdiğim çizgisiz kâğıtları ve kalemleri kendilerine bir bir dağıtıp, serbest elle düzgün çizgiler çizmelerini istedim.  Sınıfta derin bir sessizlik hâkimdi… Sadece kalem sesi geliyordu. O arada çizime başlamalarıyla sıra ile öğrencileri bir bir geziyordum. Tedirgin etmemek için de çok dikkatliydim.
Düzgün çizgi çizmelerini istemiştim, ama çizdiklerine çizgi demek için bin tane şahit lazımdı.
Esasında nasıl çizdikleri ve düzgün çizip çizmemeleri hiç umurumda bile değildi. Yeter ki çizsinler diyordum. Çizgiler yamuk da olsa eğri de olsa harıl harıl çiziyorlardı. Hem benim için önemli olan çizmeleriydi; nasıl çizdikleri değildi.
Doğrusu çok mutluydum.
İşte o gün, öğrencilerin hepsine, ama hepsine belki öğrencilik hayatlarında hiç hayal bile edemedikleri notlar verdim. Çizdikleri çizgiler, çizgiye benzemese de çizim kâğıtlarına, yazarak en düşük verdiğim not seksendi. Büyük çoğunluğuna ise 90, 95 ve 98 gibi notlar verdim.
Tabii ki, tek bir amacım vardı. Onları kazanmak…
Bilseniz, bu notları çizim kâğıtlarına yazarken gözleri, adeta fal taşı gibi açılıyordu. Bir bana bakıyorlardı, bir çizim kâğıtlarına verdiğim yüksek notlara. Tarifsiz bir sevinç ve tatlı bir heyecan sınıfı kuşatmıştı. Kimi şaşkın ama birçoğunun umut dolu bakışlarının ardında göz bebeklerinin ortasında adeta başarılı olmanın hazzı resimleniyordu. Işıl ışıl gözlerinde umut yansıyordu.
Daha ilk gün, amacıma ulaşacağımı hissetmem doğrusu beni çok mutlu etmişti. Zira yüksek not verme amacımın emareleri, filizlenmeye başlamıştı bile…
İşte bu, gözden çıkartılan öğrenciler, gel zaman git zaman artık iki metrelik eskiz kâğıtlarına çizim yapmayı tam olarak kavramıştılar. İroni olan da, yaptıkları çizimlere artık kendilerinin hak ettikleri notları verirken birçok öğrenci, “hocam biz doksan beşlerden, doksan sekizlerden nasıl 90’na düştük” şeklindeki sitemleriydi. Oysa öğrenciler doksan beşlerden, doksan sekizlerden doksana inmemişlerdi… Sıfırdan doksana çıkmışlardı; sıfırdan doksana…